12 EYLÜL
12 Eylül (1980) askerî yönetiminin olanca kudretiyle “hesap sorduğu” günler. “Büleeent! Rahşan geldiii!” diye bağırdı gardiyan. Koğuştan dışarı çıktı Bülent Ecevit, sesin geldiği yere doğru yürüdü. Suratı asıktı. Onu izleyen diğer koğuştakiler için bu tablo yeni değildi, sürekli tekrarlanıyordu. Tutuklu genç, bu kez sabredemedi, patladı: “Bari Bülent Bey diye çağırın, ayıp oluyor.” Gardiyanlar gibi eski başbakan da, şaşırmıştı. Çünkü, Ecevit’in sonradan daracık koridorda birlikte volta attığı, tahliye olurken “Allah’a ısmarladık’ diyerek veda ettiği o genç bir ‘ülkücü’ydü.
Ankara Merkez Cezaevi’nde (Ulucanlar) yaşandı, bu olay. Ülkücü genç ise o dönemin Ülkü Ocakları yöneticilerinden Selçuk Özdağ’dan başkası değildi. Tam 7 yıl hapis yattı ve idamla yargılanırken beraat etti. Özdağ, cezaevi günlerini, sağcısıyla solcuyla ‘yitik bir neslin’ maruz kaldığı depresyonu Aksiyon’a anlattı.
1980 darbesi, 70’li yılları kardeş kanına bulayan anarşi ve terörü durdurdu ama akabinde belleklerden silinmeyen bir ‘cezalandırma’ operasyonuna imza attı. Bugün öğretim üyeliği (Muğla Üniversitesi) ve siyasetçi kimliğiyle (BBP Genel Başkan Yardımcısı) tanınan Selçuk Özdağ da, on binlerce insanla aynı kaderi işte bu süreçte paylaştı. Darbe olduğunda bir yıllık cezaevi sakini idi. Gece, ‘mehter marşları’ ile uyandı arkadaşlarıyla. İşkence seansları başladığında, ‘Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu bir darbe’ söylentisi yerini çaresizliğe bıraktı. Kendi deyimiyle, “arkadaşlarıyla her türlü psikolojik ve fizikî darbeye” maruz kaldı.
İlginçtir, devlet eliyle ağır baskılara maruz kalan insanlar, diğer yandan dışarıdaki kavgayı içeriye de taşımışlardı. 12 Eylül yönetiminin darbenin hemen akabinde cezaevlerinde başlattığı ‘karıştır-barıştır’ olarak ifade edilen uygulama da bunu körüklemişti. Aynı koğuşlara konan sol ve sağ tutuklular, kavgaya tutuşuyordu. Tutukluluğu süresince beş cezaevi değiştiren Selçuk Özdağ, buna değinirken, şunları söylüyor: “Birbirimize dayak atıyor, ardından hep birlikte hamamda jandarma dayağı yiyoruz. Baktık olmuyor, solun liderlerine ‘Haksızlığa karşı dayanışmaya gidelim.’ dedik. Bir süre rahat ettik. Bunu fark eden yönetim, bu kez koğuşları ayırdı. Sonradan, suç işleyenler karşıt görüşlülerin koğuşlarına kondu. Birebir iyi ilişkiler kurulsa da, örgütsel kaygılarla hareket edenler huzuru bozmaya devam etti.”
İdamı beklerken
Sürecin en dramatik yönü, hiç kuşkusuz idamlardı. Soldan ve sağdan, gencecik çok sayıda insan asılmayı bekliyordu. Darağacının gölgesi, koğuşları çoktan sarmıştı. Özdağ, Buca Cezaevi’nde bu gölgeyi hissedecekti. Kendisi de idam talebiyle yargılanıyordu. Önce, sol görüşlü üç kişinin cezası infaz edildi. ‘Devrimciler’in bulunduğu koğuşlardan çığlıklar yükseldi. Sıra ülkücülere geldi. Halil Esendağ ve Selçuk Duracak, arkadaşlarının beyaz çarşaflardan hazırladıkları kefenlere sarıldı. Özdağ, o günleri hatırlarken duygulanıyor: “Hepimiz için bir mezar kazdılar, her gün bir kürek toprak serptiler üzerimize. İnfaz günlerinde gazete sokulmazdı, gardiyanlar konuşmazdı. Ölüm sessizliği içimizi burkardı. İdamı bekleyen, ‘beni ne zaman alacaklar’ endişesiyle yatsı ezanından sabah ezanına kadar uyumazdı. Sabah ezanıyla derin nefes alır, öğlene kadar uyurdu. Ta yatsıya kadar.”
Solcu İlyas’a ağıt
Solcuların, ülkücülerin idamını sevinçle karşıladığından yakınan Özdağ, idam edilen solcu İlyas Aktaş’a ağıt yaktığını söylüyor. O ağıtı da, yıllar sonra Aksiyon aracılığıyla açıklıyor: “Giden bir insan değil, herkesin yüreği. Ve cezaevi bir anda uğuldamaya başlıyor. Soruyorum kendi kendime, ölüm bu uğultu mu? Acılarım daha da artıyor. Fazla dayanamıyor, bırakıyorum kendimi yatağımın kollarına. Başlıyorum ağlamaya. Ağlıyorum, İlyas’a değil, insanlığa. Nice İlyas’ı bizden çalıp götüren sisteme ve zihniyete. Hâlâ, ağlanacak binlerce İlyas’ımız var.”
Ülkücülerin devletle idam anlaşması
12 Eylül döneminde, 9 ülkücü idam edilmişti. İdam edilen solcu sayısı ise daha fazlaydı (18). Özdağ, bu durumu açıklarken ilginç bir iddiayı da gündeme getiriyor: “Aslında, bizden daha fazla asılma olurdu. Devletle yapılan bir anlaşmanın, bunu önlediğini tahmin ediyorum. Bana göre, anlaşmanın içinde Abdullah Çatlı ve arkadaşları vardı. Türkeş’in serbest bırakılması ve arkadaşlarımızın idam edilmemesi karşılığında ASALA’ya karşı operasyonlarda ülkücüler yer aldı. Arkadaşlarımızın ‘Emniyet’e götürüyoruz’ diye zaman zaman dışarı çıkarılmaları, bu operasyonlarla ilgiliydi.”
Ecevit’le volta
Selçuk Özdağ’ın Bülent Ecevit (eski Başbakan ve CHP lideri) ile yolu ise yine o günlerde cezaevinde çakıştı. 12 Eylül yönetiminin bazı kararlarına itiraz ettiği için 1982’de yeniden tutuklanan eski Başbakan Bülent Ecevit, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin revir bölümüne konmuştu. Özdağ, silahlı saldırı sonucu felç olan Muharrem Şemsek ve Efendi Barutçu da revirdeki koğuşlarda kalıyordu. Özdağ, revirde kalmalarının sebebini, “İşkenceden ciğer zarım kalbime yapışmıştı. Ben ve Barutçu kan kusuyorduk.” sözleriyle açıklıyor. Üç ay boyunca yan odada kalan Ecevit’in daktilo sesini sürekli duyduklarını anlatırken de, “Zaman zaman tek başına volta atıyordu. Sürekli takım elbiseli ve tıraşlıydı. Biz yanına yaklaştırılmıyorduk” diyor.
Bu arada, Rahşan Ecevit, sık sık ziyarete geliyor, bir gardiyan bunu haber verirken “Büleeent! Rahşan geldiii!” diye bağırıyordu. Ecevit ise suratı asık bir vaziyette odasından çıkarken, diğer koğuşlar onun bu hâlini izliyordu. Gardiyanın her defasında sergilediği bu hitap tarzı Özdağ’ın dikkatinden kaçmamıştı. Sonunda, aynı zamanda sağ görüşlü olan gardiyana ‘hata yaptığını, başbakanlık yapmış birine hiç olmazsa Bülent Bey diye hitap etmesi gerektiğini’ söyledi. ‘Arkadaşlarınızın katili o’ savunmasına da itibar etmedi. Bu diyalog, çok geçmeden hem de sol görüşlü başgardiyan tarafından Ecevit’e iletilecekti. Ecevit ise ilk fırsatta o genç ile tanışacaktı. Gerisini, Özdağ anlatıyor: “Bir gün 70 metrekarelik koridorda yürüyordu. Beni gördü, ‘Birlikte yürüyebilir miyiz?’ dedi. ‘Olur, başbakanım’ karşılığını verdim. İki tur attık. Sadece, neden böyle davrandığımı sordu. Anadolu çocuğu olduğumu, Türk geleneğinin bunu gerektirdiğini söyledim. ‘Çok ilginç’ dedi, teşekkür edip odasına çekildi. Tahliye olurken de, kafasını uzatarak, ‘Allah’a ısmarladık’ diyerek veda etti. Ecevit’in bugün geldiği nokta çok farklı elbette.”
Aradan 25 yıl geçti, yaşadıkları kendi deyimiyle ‘zaman zaman depresyon olarak önüne çıkıyor’ Özdağ’ın. O günleri yaşayan diğerleri gibi. Özdağ, “Önce karar verildi, teröre göz yumuldu; sonra da darbe yapıldı. Orduya sevgimiz tam. Ancak, o günkü zihniyete ve tavra isyan ediyorum. Asker konuştukça siyaset kurumunun güçlenmesini daha fazla istiyorum” diyor. Ardından da ekliyor: “Keşke, sol, o dönem Türkiyeci olabilseydi, keşke kavga etmek yerine konuşabilseydik. Sağın ve solun değerleri heba oldu. 78 kuşağı, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kaybedilmiş en önemli kuşağıydı Türkiye’nin.”
Türkiye, bugün de sıkıntılı bir dönemin eşiğinde. Şu kısacık 12 Eylül turundan bile çıkarılacak ciddi dersler var ‘netekim’. Tabii ki, anlayana!
|